27 Ocak 2009 Salı

TRABZONLULUK 3

Her şey zaman gibi çok hızlı hareket ediyor. Davranışlarımız değişiyor. Kültü-
rümüz değişiyor, alışkanlıklarımız değişiyor, kısaca hayatımız değişiyor.
Kentimiz değişiyor, semtimiz, mahallemiz, sokağımız değişiyor.
Değişim kötü bir şey mi?
Elbette hayır, Hele hele medenice ve gelişerek yaşanıyorsa tadına doyum ol-
maz. Gelişerek değişmek hakikaten dünya ile aynı anda hayatın anlamını yakalamak olarak görülebilir ve bu asla kötü bir şey değildir. Üstelik hayatımızı ve iletişimimizi kolaylaştırıcı yanı tartışılmazdır. Mesela hava taşımacılığı hayatımızı kolaylaştırmaktadır. Veya internet haberciliği anında dünya ile iletişim kurmamızı sağlamaktadır. Kent içi toplu ulaşım kamu hizmeti olarak ulaşımın düzenli ve huzurlu olmasını sağlamaktadır. Yeni malzemeler ve bu malzemelerin bilinçli kullanımı mimarlık ve mühendislik alanında insanlara yaşanabilir mekanlar ve çevre yaratmakta büyük kolaylıklar getirmektedir. Yeni buluşlar ve bunları tamamlayan araç ve gereçler tıp biliminin insan ve hayvanlara daha kolay hizmet vermesini sağlamaktadır. Kriminal değişimler ve değişimlerin getirdiği yeni buluşlar adli ve polisiye olayların açıklığa kavuşturulmasında önemli rol oynamaktadır.
Yani aklımıza gelebilecek bütün meslek guruplarının insan hayatını kolaylaş-
tırıcı değişim ve gelişim yaşadığı ve bunun görselliğimizi de etkilediği gerçeğini göz ardı edemeyiz.
Esas üzerinde durulması gereken medeni gelişmedir. Zurnanın cırtladığı yer de burasıdır. Medeniyetin salt bir değişme mi yoksa kültür ve geleneklere bağlı bir
köprü mü olduğu tartışması ders kitaplarına girebilecek niteliktedir. Bugün dünyada
sanayide, teknolojide ve ekonomide gelişmiş bütün ülkelerin yol haritaları üzerindeki
karanlık noktalar kültür, gelenek, düzgün aile yapısı..vs gibi etkenlere olan özleme bağlı olarak kemikleşmektedir. Teknolojik gelişmişlik insani davranışlarla ne yazık ki doğru orantılı tezahür etmemektedir. Bunun farkında olan Japonya gibi ülkeler bazı
geleneklerinden ve özünü yansıtan kültüründen bu yüzyıl başına kadar ödün vermemeye çalışmıştır. Ama ne yazık ki son yıllarda Japon Gençliği özüne sahip çıkma konusunda yeterli performans gösterememektedir. Ya da Amerika Birleşik Devletleri bütün gelişmişliğine ve de dünya patronluğuna soyunmuşluğuna karşın hangi kültürünü ön plana çıkarıp yaşatabilmektedir? Ülkenin gerçek sahibi Kızılderili Halk veya Mississippi Kıyılarından çıkıp bütün ülkede söz sahibi olan siyahların özgün müzik ve davranışları ABD nin kültürünü ne kadar yaşatabilir ya da ne kadar temsil
edebilir? Oysa ülkemiz nerede ise 1000 yıllık bir geçmişin mirascısı ve Mezopotamya
gibi derin bir bölgenin efendisi olarak geleceğine ışık tutacak bir medeniyet beşiğidir.
Trabzon böyle bir ülkenin tarihinde parlayan yıldızlardan biridir. Gelecekte de güvenle parlamak için üzerine düşen görevi yerine getirmeye çalışmaktadır. Ancak
bir an önce gelişmek ve değişmek Trabzon Yöneticileri için büyük bir davranış ya-
nılgısıdır. Turizm adına verilen ödünler, medeniyet uğruna gösterilen davranış deği –
şiklikleri, yemek kültürümüzdeki dejenerasyon, hele hele sokak kültüründeki kaybol-
muşluk Trabzon’daki yöneticilerimizin iyi niyetli fakat yanlış taktikli yönetimlerinin sonuçlarındandır.
İyi bir yerel yönetim eski kültür ve gelenekleri yaşatmada öncülük yapmalı, bunu içselleştirmelidir. Giyimden yemeğine, sokağından denizine kadar kültürü yaşatmak yerel yönetimin görevlerindendir.
Bu konudaki düşünceler, panel veya konferanslarda dile getirildiği hali ile bırakılmakta, yaşatılması gereken kültür, nostalji bahçelerinde bir tatlı hüzün gibi kalmaktadır.

Gürol USTAÖMEROĞLU

20 Ocak 2009 Salı

TRABZONLU’LUK 2

12 Eylül 1980 sonrası ülkedeki taşların yavaş yavaş yerine oturma yolunda
İlerlediği dönemlerde Sayın Hasan MELEK başkanlığındaki Trabzon Belediyesi’nin
güzel icraatlara imza koyduğu günleri yaşıyoruz. Trabzon Lisesi 2. sınıf talebesiyim. Oturduğumuz sokak Aldı Kaçtı Sokak. Diğer bir adı ile Aldı Kaçtı Yokuşu. Vali Evi’nden yukarıya doğru devam eden Zeytinlik Caddesi ile sokağımızın birleştiği nok-
tada o dönemlerde eski bir mezarlık vardı. Mezar taşlarının çoğunun kaybolup gittiği daha çok yeşil alan gibi algılanan eski bir mezarlık. Hangi dönemden kalmış olduğu-
nu hala daha bilmem. Sokakta oynadığımız oyunlar istemesek de zaman zaman bu mezarlık üstüne kayardı. Sokağımızda futbol, basketbol, voleybol en çok ilgilendiğimiz spor aktiviteleri idi. Hatta kendi ölçeğimizde olimpiyat oyunları dahi düzenlemiştik. Oyunlarımızın kapasiteleri arttıkça sokağımızın gerek boyut gerekse toğoğrafik olarak ( yokuş ) bizlere yetmeyeceği fikri hasıl oldu. Ne yapabiliriz dedik? Aklıma bir fikir geldi ama dönem hassas, evde önce aileme danıştım. Özellikle annem beni cesaretlendirdi ve hemen ertesi gün arkadaşlara fikrimi anlattım. 1 gün içinde 15-20 imza topladım ve Belediye Başkanımız Sayın Hasan MELEK’e bu imzalarla beraber bir istek mektubu yazdım. İsteğimiz şu idi;
Sokağımıza hatta mahallemize çocuk ve gençler için oyun alanı istiyoruz.
Bu mektubumuz Sayın Melek tarafından yerel bir gazetede yayınlandı. Bir sa-
bah iş makineleri sesi ile uyandık. Bir de ne görelim. Belediyemiz bahsettiğim o me-
zarlık üzerinde hummalı bir çalışmaya girişmiş. Okul da var. Okula gitmeden hemen
oradaki yetkililere ne yapılmakta olduğunu sordum. Cevap beni uçurmaya yetti; Size
oyun sahası yapıyoruz.
Bu cevap o dönem ki biz gençler ve bizden küçük çocuklar için ne büyük, ne
önemli bir cevap idi. Hemen hemen her gün şantiye görevlisi gibi okulumuzdan arda
kalan zamanlarımızı bu inşaatın içinde geçirdik. Nihayet ilk 23 Nisan bayramı sabahı
Vali Sayın Agah BÜYÜKSAĞIŞ, Sayın Tugay Komutanı ( ne yazık ki ismini hatır-
layamıyorum) ve mektubumuzu ciddiye alıp değerlendiren Belediye Başkanı Sayın Hasan MELEK’in katılımları ile bu oyun alanı kullanıma açıldı. Ayrıca açı-
lış esnasında bizlere basketbol topu da hediye edildi. Biz de kendilerine birer
adet gül hediye ettik.
Bu oyun alanı uzun bir süre mahalle çocuk ve gençlerine gece, gündüz hizmet verdi. Ne güzel ve de ne çekişmeli basketbol maçları yapardık orada. Bizim kuşaktan sonra ne yazık ki çocukların ilgi alanı dağıldı. Yani bugün bütün gençliğin derdi olan bireysel yaşamanın temelleri o dönemlerde atıldı. Bunun bizim mahalle ve sokağa yansımasının en önemli göstergesi işte bu oyun alanı oldu. Çünkü bizim kuşaktan sonra buraya sahiplenen çıkmadı ve burası bir süre yani 1984-1989 yılları belediye
döneminde mahalle otoparkı gibi çalıştı. Bu süre içinde oradaki araç ve gereçler de söküldü.
Aradan yine bir süre geçti ve 1989-1994 yılları belediye döneminde bu alan
plan değişikliği ile konut alanına dönüştürüldü ve özel sektöre satıldı.
Bugün burada nerede ise 15 yıldır kocaman, yüksek, nefes almayan, nefes vermeyen, adeta sandık gibi bir apartman bulunmaktadır.
İşte size sokak kültürü ve belediye ilişkisi çerçevesinde aynı alan üzerinde
üç farklı belediye anlayışı.
Yorum sizin……


Gürol USTAÖMEROĞLU

Rizeli bir Galatasaray taraftarı çocuk,nasıl Trabzonsporlu oldu?

laz kapital" adlı güzide eserin yaratacısı yılmaz okumuş'un kaleminden mükemmel bir şekilde anlatılmış futbol takımı.

"her velet gibi ben de babamın sempati duyduğu futbol takımını tuttum.
6 yaşındayım, okuma yazmayı yeni sökmüşüm. babamın düzenli olarak eve getirdiği günaydın ve tercüman gazetelerinden birinin spor sayfasını heceliyorum...

galatasaray : 0 fenerbahçe : 1
-baba bu 0 ve 1 ne?
-fenerbahçe bize bir gol atmış ve bizi 1-0 yenmiş evladım.
-ee niye yenilen takımı tutuyorsun baba?
-yavrum bir kere yenildin diye takım değiştirilmez.

aradan bir sene geçti geçmedi ki acı gerçeği farkettim. koskoca rize'de babam ve benden başka galatasaraylı yokmuş.o zamanlar rizespor daha bilmem kaçıncı ligde debelenip duruyor. kimsede köklü bir rizespor sevgisi de yok anlayacağınız...
herkes; dayılarım, amcalarım ve onların çocukları, çayeli'nin alayı fenerli...
birkaç münferit beşiktaşlı hariç. onlar da benim azınlık psikolojimi yaşıyorlardı zaten.sanki fenerbahçe futbol kulübü rize'de kurulmuş, sonra takımın merkezini istanbul dereağzı'na taşımışlar. çocuğuz, top oynuyoruz tabi. takımlar kuruluyor... herkes tuttuğu takımın adını vererek aynı çatı altında toplanıyor.

-hadi biz fenerbahçe olduk, sen de takımını çek.
-ne takımı çekicem be. sadece ben varım galatasaraylı.
bu galatasaraylılık belasını başıma saran babamı kahveden çağırıcam ama biliyorum 3 metre bile koşamaz. fenerbahçeliler'in karşısına hep bir iki eksikle çıkıyorduk. yenile yenile bir gün yenmesini öğrendik. az dayak yemedik bu arada. taş, sopa, gazoz kapağı (bazen şişesi üzerinde)...normal biten maç yok zaten, hepsi "maraton'luk"...

bu fenerli güruhuna karşı makus kaderim dayak yemekti. bağıra çağıra yapılan tartışmaları iyi idare ediyordum ama... gazetelerde, 'f.b, g.s ezeli rekabetinde son durum' adıyla hazırlanan köşeleri hatmetmeye başlamıştım. metin oktay, mithatpaşa'daki maçta, gazhane tarafındaki fener kalesinin ağlarını, çektiği şutla cart diye nasıl yırtmıştı... (cart'ı ben ekliyordum tabi. çünkü fenerliler'in 'cart'a acayip uyuz olduğunu fark etmiştim.) papazın çayırında fener'i 7-0 nasıl gole doyurmuşuz... vs vs...

ben bunları ezberleyip mahalleye bir iniyorum ki, sanki anti-dühring'i okumuşum.fenerliler'de lojistik destek yok, lavuklar bütün gün beni dövdükleri için okumaya araştırmaya zamanları kalmıyordu tabi.

"kem küm... lefter vardı... eee... şey..."
"hadi lan, 3 sene üstüste kim şampiyon oldu? kaleperoviç, brian birch'ün çırağı bile olamaz."

fenerliler bana uzaylı gibi bakıyor... ne diyo lan bu? kafasına gelen taşlarla kafayı mı sıyırdı acaba? entelektüel bir tartışmayı beceremeyen fenerliler tekrar taş ve sopaya sarılıyorlardı...(şimdi düşünüyorum da, bu beni dövenler de benim gibi 7-8 yaşlarında çocuklardı.

hepsi de ya mahalle ya da okul arkadaşımdı. holigan olamazlardı. daha anlamını bile bilmiyorduk. mutsuz bir evlilikleri, gıcık oldukları patronları, geçim sıkıntısı, gelecek kaygısı... insanı vandalizme, holiganizme itecek bir kinleri ve nedenleri de yoktu. peki bu ibneler beni niye dövüp duruyorlardı? hala anlamış değilim!)neyse, en az 8-9 sene kahrını çektiğim galatasaray'ı, istanbul'a taşındığımız ilk yıllarda hep kalbimde büyüttüm. ama heyhat... kabataş erkek lisesi'nde işler değişti. adanalı, karslı, izmirli, diyarbakırlı... velhasıl türkiye'nin dört bir yanından gelmişöğrencilerden oluşan kabataş erkek lisesi'ndeki solcular, son günlerde bir trabzon geyiğine sarmışlardı... ben önce yeni bir sol fraksiyon zannettim.tkp-ml-trabzon'u kurdular kesin, diye düşündüm. soldaki bölünme nihayet şehir bazında olmaya başlamıştı. sonra anladım olayı...

- abi helal olsun ya, adamların antrenörü de, futbolcuları da hepsi trabzonluymuş, anadolu'nun bağrından kopup şu istanbul hegemonyasını yıktılar... lan bu bizim komşu şehir trabzon'un takımı trabzonspor be...o zamanlar başkaldırı ve otoriteye karşı gelmek acayip prim yapıyor ama yine de trabzonspor'a karşı en ufak bir kıpırtı hissetmiyorum. bir gün sınıftaki politize arkadaşlardan biri bağırarak trabzonspor'lu bir ajitasyon çekmişti;

-asırlık geçmişlerine, federasyondaki güçlerine, medyadaki ağırlıklarına, büyük mali olanaklarına ve bütün bunların hakemler üzerinde doğurduğu baskıya rağmen gelip sen bunların elinden şampiyonluğu al...

'bunlar' dediklerinden birisi de benim galatasaray'ım... ulan ne biçim konuşuyorsun lavuk, diyecem ama burası çayeli değil ve artık çocuk da değiliz. yemiyo tabi.bir fenerli arkadaşın davetiyle inönü'deki fenerbahçe – trabzonspor kupa maçına gittim...deniz tarafındaki açıktayız. arkadaşım layt fenerli allahtan. benim de çok umurumda değil maç, yesinler birbirini havasındayım. trabzonspor'un formasının rengini bile bilmiyorum. "bu ne lan, vişne çürüğü lacivert forma mı olur?" diyorum.kapalının bir bölümünde, bir türlü organize tezahürat yapamayan, ellerinde kemençelerle horon tepen 5 bine yakın taraftar trabzonspor'u destekliyordu.arkadaşım tribünü göstererek, "vay lavuklar, nerdeyse bizimkiler kadar varlar" diyerek tehlikenin büyüklüğüne işaret etti.devamlı hareket eden ve bıktırıcı bir presle fenerbahçe'ye illallah dedirten bu vişne çürüğü –lacivert renkli formalı 11 kişi, defanstaki kıvırcık saçlı adamın (necati) attığı golle fener'i kupadan eledi. (nur içinde yatsın, islam çupi ertesi gün trabzonspor'u ingiliz takımlarına benzetmiş ve türkiye'de bu güne kadar böyle ölümüne yardımlaşan, böyle can havliyle oynayan bir takımı izlemediğini yazmıştı.)

kemençe sesi birden kulağıma daha bir hoş geldi. inönü'den çıkarken aralarına karıştım. rize ile trabzon'un farkı neydi ki? tonlama farkımız olabilirdi belki. "nasil keçirduk, nasil geçurduk, nasil çeçurduk?" o senenin sonunda tercüman gazetesinde tam sayfa bir fotoğraf gördüm. bu fotoğrafla birlikte içimdeki son galatasaray tersanesi de ele geçirilmişti. teslim bayrağını çekiyordum.

şenol, turgay necati, ali kemal ve diğerleri şampiyonluk kupasını elleri arasına almış, boğaz köprüsü'nün tam ortasından yürüyerek kupayı avrupa'dan asya'ya geçiriyordu.

"trabzonspor şampiyon!.."
bir sonraki galatasaray – trabzonspor maçından gözyaşlarımı gizleyerek çıkmıştım. galatasaray, sezon başında tuncay'ın jübilesi için trabzonspor'la oynuyordu ve 4-1 yenilmişti. galatasaray yenildi diye ağlamıyordum ama, artık kendimi trabzonsporlu hissediyordum. içimdeki solcu inşaatın ilk harçlarını, oligarşiye kafa tutan trabzonspor attı.

trabzonspor zenginden alıp bana veren robin hood'umdu. amerika'nın burnunun dibinde küba'yı kurmak kadar zor bir işi becermişti. trabzonspor benim devrimimdi. bir futbol takımı olmaktan çok öte anlam taşıdı ve taşıyor. şimdiki veletlerde iş yok. kim güçlüyse, kim kazanıyorsa onu tutuyorlar. nerde bizim gibi tuttuğu takıma bu kadar anlam yükleyen veletler...

yılmaz okumuş

15 Ocak 2009 Perşembe

TRABZONLULUK 1

Kurban bayramı vesilesi ile yazdığım Yaklaşık 40 yıl başlıklı yazımda da de-
ğindiğim gibi 43. yaşımı sürdüğüm bu günlerde 40 yaş sendromu mudur nedir eskiyi her geçen gün daha çok arar oldum. Galiba gençliğimizde büyüklerimiz ve ileri gelen-
lerimizin Küçük İstanbul Trabzon hedefi gerçekleşme yolunda emin ve hızlı adımlarla ilerliyor. Oturduğumuz binalarda dahi tanışan ya da görüşen insan sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Kim kime dum duma almış başını gidiyor. Merdiven veya asansör kültürü tam bir facia. İnsanlar birbirlerine günaydın demekte dahi zorlanıyor.
Herkesin yüzünden düşen bin parça. Ya çocuklarımız? Kaçımızın çocuğu veya çocukları arkadaşları ile geniş bir sosyal ilişki kurabiliyor? Kaçımızın çocuğu bireysellikten uzak yaşıyor? Yolda karşılaşan kaç kişi birbirlerinin ailesine, annesine, babasına selam gönderecek kadar birbirlerini tanıyor veya birbirlerine samimi duygular besliyor.
Gençlik yıllarım Cumhuriyet Mahallesi, Vali evi, Hacıkasım, Aldı Kaçtı Yokuşu üçgeninde geçti. O Aldı Kaçtı Sokaktaki daha doğrusu yokuştaki taşların dili olsa da konuşsa..Orada yaptığımız futbol maçlarının haddi hesabı yoktur. Her golden sonra top Hacıkasım Fırınına kadar inerdi. Şanssız kalecide arkasından tabii ki. Okulumuz Karma ( Kanuni) Ortaokulu dahi bu üçgen içinde idi. Seçmeli sosyal ders saatlerinde tiyatro yapardık. Hocamız Allah uzun ömür versin Sayın Hüseyin SERDAR tiyatro, skeç, okuma gibi sanat dallarına çok önem vermekte idi. Hatta beni o dönem Trabzon Sanat Tiyatrosuna önermiş idi. Birkaç provadan sonra bu tiyatro o dönem ki siyasal kavgalara kurban gitti ve kapandı. Ben de ne yazık ki tiyatro sevdamı orada bitirmek zorunda kaldım.
O dönem gençliği üretken idi. İlişkilerde bireysellik yoktu. Kişisel çıkarlar söz konusu değildi. Ders çalışmalar bile ortaklaşa gerçekleşirdi. Bugün olduğu gibi bilgiler veya öğretiler birbirinden gizlenmezdi. Başarı kıskanılmaz paylaşılırdı. Nerede ise herkes sokakta büyürdü. Ama kimse sokak çocuğu olmazdı. Çünkü gerçek anlamda sokak kültürü kentin her yerinde ağırlığını hissettirirdi. Sokaklarda yalnız futbol değil diğer spor dalları da gençliğin ilgi alanına giriyordu. Hatta yalnız spor mu? Kültürel uğraşlar dahi sokaklarda gençlerin paylaştıkları etkinliklerdendi.
Sokak kültürü denilince akla ilk gelen şahsiyetlerden biri tabii ki bekçilerdi. Ne güzel insanlardı onlar. Bizden biriydiler. Her gece düdük sesleri ile onları benliğimizde hissederdik. Devletin başkalaşmamış, resmileşmemiş haliydi onlar.
Sokak kültürü içinde komşuluk bir başka güzeldi o günlerde. Yan apartman-
daki arkadaşlarımla balkonlarımız arasında teleferik yapar, annelerimizin arkadaş
günlerindeki pastaları aşırıp bu teleferik yardımı ile birbirimize gönderirdik.
Sokak Kültürü gerçek bir kültür kaynağı idi. Teraslarda yarışma programları düzenlerdik. Hele hele bendenizin apartman terasında bütün mahalleye sunduğu Karagöz Hacivat Gösterisi epey ses getirmişti o günlerde.
Sokak Kültürü içinde yine apartman teraslarında yaptığımız uçurtmaları ne
büyük bir keyif ve neşe içinde uçururduk anlatılır gibi değil.
Sokak Kültürü zıtlaşmayı da barındırırdı tabii ki. Mahalleler arası yaptığımız futbol müsabakaları az kavgaya tanık olmamıştır. Ama son her zaman mutlu biterdi. Müsabaka günü olmasa bile ertesi gün bir araya gelinir barışılırdı.
Giyimler çok özenli idi. Herkesin modayı takip etmesi beklenemezdi. Ama yakışanı giymek ve giyimini davranışlarına yansıtmak esas idi. Kent Merkezinde
yürümek, otomobil kullanmak başlı başına özen gerektirirdi. Kurallar hiçe sayılmaz
uyulması konusunda azami gayret gösterilirdi. Sözün özü Trabzonluluk kentlilik idi. Özen gösterilen bir olguydu.
Bu konuda belediyeye çok büyük sorumluluk düşmektedir. Gelecek hafta
konuya bu yönden yaklaşacağız.

Gürol USTAÖMEROĞLU

14 Ocak 2009 Çarşamba

müzik


Nazan Öncel in Albümü çıktı aldınız mı????
Şiddetle tavsiye ederim...
Cem Adrian da güzel.Şarkı söylerken sanki çığlık atıyor.Bizim üniversite yıllarımızdaki birkaç şarkıyıda seslendirmiş.biraz kasvetli ama çok güzel..Gidin alın ve dinleyin...nr

6 Ocak 2009 Salı

TRABZON’DA MİMAR OLMAK 3

İki haftadır mimarlık tarihine ve kentimizdeki görünümüne hafif girişler yaptık.
Konuyu tanjant değerlendirmelerle ele aldık. Eski bir mimarlık öğrencisi olarak mi-
marlık eğitimi sürecinde konuya bakışta taviz verilemez bir tavır içinde bulunulduğu-
nun tanıklarından biriyim. Yani ülkemizde mimarlık eğitimi çok ciddi verilir. Her mimarlık öğrencisi de bu ciddi eğitimin bir ürünü olarak okullarından mezun olurlar. Ülkemizde veya ülke dışında mesleklerini icra ederler. Trabzon bu konuda şanslı kentlerden biridir. Zira ülkemizin önde gelen üniversitelerinden Karadeniz Teknik Üniversitesi bu kenttedir. Ve bünyesindeki önemli fakültelerinden biri de yine ülke genelinde ünü tasdiklenmiş olan mimarlık fakültesidir. Hal böyle iken eğitim sonrası mesleği uygulama , bir başka deyişle çalışma alanı olarak Trabzon Profesyonel Mimarlık Camiası da aynı şansa sahiptir! diyebilir miyiz? Kamuda veya özelde çalışan ücretli mimarların durumları kamu personelleri ile ilgili yasalar ve şirketlerin şirket politikası ya da sözleşme şartları ile ilgili olduğundan buralarda emek harcayan meslektaşlarımızı konumuzun dışında tutuyorum.
Gelelim serbest mimarlık bürosu sahibi olan yani meslek uygulamada proje
müellifi olarak görev yapan mimarların kent içindeki tutum ve durumlarına;
Trabzon’un zor bir kent olduğu söylenir durur. Nüfusu ya da nüfus içindeki çe–
şitliliği ne kadar artarsa artsın bu kentte meslek icra edilirken gereken profesyonelliğin gösterilemediği bir gerçektir. Şunu kesin olarak ifade etmeliyim ki mimarlık eğitimi ile sonrası arasında Trabzon’da çok keskin bir sınır vardır. Yani serbest mimarlık dün yasına adım atan yeni bir mimar, öğrenciliğinde ne kadar parlak olursa olsun profesyonel hayatın büyüsü içinde kendisini hemen buluveriyor. Ve de ne yazık ki tüketim dünyasının çarkları arasında ölüm kalım savaşı vermeye başlıyor. Eğitim sırasında kazanılan şahsiyet ve sanat duygusu bu savaşta ikinci plana atılabiliyor. Bu sorun kentimize özel bir durum değil elbette ama bünyesinde mimarlık fakültesi barındırıyor oluşu ve mezun mimarlardan önemli bir bölümünün hemen büro açmak istemesi sorunun kentimizde daha şiddetli hissedilmesine sebep olmaktadır.
Trabzon’da serbest mimar olmanın ana zorluğu meslektaşlar arasındaki iletişimin ve sorun paylaşımının sınırlı oluşudur. Yani derdinizi anlatabileceği-
niz arkadaşınız derdinize sebep kişi olabilmektedir.
Hayata tutunabilme ne yazık ki maddiyatla direk ilintilidir. Bu da mesleği ucuza yapmanın yolunu açmaktadır. Mimarlar odası tarafından alınan veya alınacak fatura beyan etme endeksli bütün önlemlerin çözüm olmadığı ve de olmayacağı ne yazık ki hala anlaşılamamıştır. Çünkü isme veya şirkete kayıtlı mimarlık bürolarının gelir gider dengesi bakımından aralarında dev uçurumlar vardır. Mimarlık bir sanattır. Ticaret değildir. Konuya böyle yaklaşmak ve böyle bir kabulle yola çıkmak maddi sorunu çöz mede esası teşkil eder. Herkesin sanatı uygulama değeri farklı olabilmektedir. Devletin yapacağı görev meslek odasının ilgi alanı olmamalıdır.
Temel sorun ise Trabzon’un eski ve çok değerli bir kent olduğu gerçeğinin mi-
mar ve işverenler tarafından çoğunlukla unutuluyor olmasıdır. İşverenlerin işe ticari
bakması mazur görülebilir ama aynı bakışa mimarların da sahip olması üzüntü ve-
ricidir. Laboratuar titizliği ile ele alınması gereken bir meslek Trabzon Kimliğini göz ardı edebilmektedir. Mimarlar Odası bu konuda sürekli bir etik eğitimin öncüsü ol-
malı ve yerel yönetimle sürekli iletişim kurmalıdır. Kent merkezinde proje yapmak
ayrıcalıklı bir davranıştır. Çünkü konu özeldir. Modern olmak eskiyi dışlamayı gerektirmez.
Bu kentin sokakları mimarların egolarını ve değişim özlemlerini ucuza tatmin etme yeri olmamalıdır. Bu kent sanat dışı bir bakışı hak etmemektedir.

2 Ocak 2009 Cuma

....

Sevgili Dostlar,

Siyaseten bir yılı daha geride bıraktık demiyorum, çikolata tadında, güzel duygular, pozitif insanlar ve ortamlar, bol kahkaha, pür neşe, tatlı süprizler, az kilo, keyifli seyahatler, güzellikler ve bitimsiz mutluluklar dolu bir yılı, yani 2009'u hep birlikte sevgiyle kucaklayalım diyorum...

Eğ.. her ne kadar yaşlarımız ayakkabı mumaralarımızı geçmiş de olsa, kum saati artık ters dönmüş çılgınca akıyor da olsa, telaş etmeyin durun daha çok vaktimiz var..

İlk yaza doymadan orta yaşla tanışdık demeyenlerdenim.

Zira, orta yaş çok güzel bir yaş, hayatı iyice anlamlandırdığımız artık yaşlanan buyuklerimize, ergenlikdeki çocuklarımıza çözüm üretecek olgunluk ve sosyal kredileri yarattığımız, hayatı ikinci kez damıtarak yudumladığımız ve daha sıkı kavradığımız çok keyifli bir dönem..

Her nerede çalışıyor hangi sevda da oyalanıyorsak olalım, artık insanların çalışma süreleri firmaların faaliyet sürelerinden daha uzun olduğu bir dönemden geçiyoruz, artık üniversite den sonra 50 yıl çalışma hayatı öngörülüyor..

Geçmişde 20 yılını doldurmaya yakın beyaz saçlı tonton bir kimliğe, bir kıyı kasabası dinginliğine, tekne, deniz figürlü bir resme fotomuzu yapıştırmaya çalışanlardan olmuyoruz artık yani yani önümüzde çok ama çok uzun bir dönem var..

Artık yaşam sürüye katılanı değil sürüden ayrılanı kutsadığı bir dönemdeyiz, yanlış zamanlarda yanlış kapılardan döndüğünüzü, yanlış atlara oynadığınızı, kaşlarının altından hırs fışkıran insanları, pinokya burunları, midas kulaklarını, maskeli baloları, beyaz atlı prensi veya pamuk prensesi göremeden karşılaştığınız sayısız cüceyi, hepsini ama hepsini unutun, negatif hafızayı boşaltın..

Hayata ve kendinize 2009 yılında yeni bir şans verin..

Bu yıl onun için çok güzel bir yıl olsun ve mümkünse 2009 sizin yılınız olsun..

Sevgi&Saygılarımla,

İlham Süheyl AYGÜL

1 Ocak 2009 Perşembe

TRABZON’DA MİMAR OLMAK 2

Yerel mimari onurlu bir kimlik birikimidir. Dünyanın herhangi bir kıtasındaki herhangi bir ülkenin herhangi bir bölgesine gittiğinizde bunu hissetmeniz mümkündür.
Yerelden kastımız bilmem kaç yıllık bir geçmişe ait mimariye sabitlenmemiz anlamına gelmemelidir. Yani 300 yıllık bir mimarinin yerel değeri ayrı değerlendirilmeli, 100 yıllık bir geçmişe veya 50 yıllık bir geçmişe sahip yeni bir yerleşmenin taşıdığı mimari değer ayrı değerlendirilmelidir. Önemli olan kronolojik sıralamada sonra gelen mimarinin önceki mimariyi inkar edip etmediğidir.
Trabzon’un 4000 yıllık bir geçmişe sahip olduğu, hemen hemen her kamusal
toplantıda, söyleşide, basında, eğitimde, bilimde söylenir durur. Bu söylemler gelecek ile ilgili hayallerle buluşur, ancak mevcut durum ve bunun yansımaları hep göz ardı edilir. Yani biz çok eski bir kentiz, ama bu eskiliğimiz gelişmemize engel olamaz gibi bir duygu yoğunluğu içinde görüldüğümüz her eğitimlinin malumudur.
Dünya üzerinde Trabzon gibi veya Trabzon’dan daha eski geçmişe sahip kent-
lerin genel yapılarının mevcut kimliklerini koruyarak geleceğe bakmak üzerine kurulu olduğunu bunu da keyif alarak yaptıklarını görürüz. Bakınız mevcut kimliklerini tü-
ketmek değil, sürekli olarak dinç ve dik tutmaktan bahsediyorum. Peki nedir bu
kimlik dediğimiz şey; Tabiat özelliklerinden kültürüne, mimarisinden insan davranış-
larına kadar çok geniş bir yelpazeden bahsedebiliriz. Ama takdir edersiniz ki insanını
tanımadan, yemeğini yemeden, doğasını teneffüs etmeden, Trabzon ve benzeri
kentlerde ilk algılayacağınız şey o kentin sahip olduğu mimari yapısıdır.
Son yıllarda Trabzon’da yerel mimariye sahip çıkma çalışmalarını görmemez-
likten gelemeyiz. Yasalar bu çalışmaların gerçekleştirilmesinde şüphesiz en büyük katkı sahibidir. Yerel yönetimin yönlendirici adımlar atması henüz emekleme aşama-
sında olmasına rağmen sevindiricidir. Ne yazık ki bu konuda yerel yönetimin ma-
nevra alanı radikal bir karar alıp uygulamadığı müddetçe sınırlıdır. Yani işin
başı olan genel planlama anlayışı gözden geçirilmek durumundadır. Gelişme
alanları eski dokuya müdahale etmeden oluşturulmalı, mevcut kimliğe labora-
tuvar titizliği gösterilmelidir. Bu konudaki meslek odaları ki Mimarlar Odası
işin başıdır, atılan her adımda görüşü alınmalı, eleştirileri dikkatle değerlendi-
rilmelidir. Yerel yönetim meclisinde mimarların etkin olarak yer alması özendirilmeli
mimarın kent kimliğine verilecek katkıda başrol oyuncusu olduğu gerçeği asla unutulmamalıdır.
Dünyada bırakınız eski kentleri yeni kentlerde bile birçok mimari değeri fotoğ
raflamak tasarımcısının iznine bağlıdır. Eski kentlerde yapıların dış boyalarının izine tabi olduğu, izinsiz yapılacak herhangi bir boya değişikliğinin bile büyük cezalara muhatap olduğu bir hakikattir. Dışarıda böyle bir davranış var iken, Trabzon gibi eski bir kentin caddelerindeki mimari ürünlerde çeşit çeşit renk ve dokudaki malzemelerin kullanılması düşündürücüdür. Eskinin bağrına hançer sokarcasına yapılan bu binaların kent kültürüne ve mevcut kimliğe vereceği katkı tartışılmalıdır.
Trabzon’un yeni caddelerinde veya bölgelerinde yeni bir mimari anlayış uygu-
lamak ne kadar doğru bir yaklaşım ise eski prestij bölgelerinde mevcut kimliği yok sayan yapılar yapmak da o kadar yanlış bir uygulamadır. Burada işi yalnız yerel yö-
netime bırakmanın çözüm olmayacağı, ilgili meslek odalarının liderliğindeki bir kamu-
oyu baskısının gerekliliği de artık bütün dünyada görülen itiraz mekanizmalarından biridir.
Gelecek hafta mimarların durumunu ele alacağız. Böyle bir kentte mimar
olmanın dayanılmaz hafifliğini işleyeceğiz.

Gürol USTAÖMEROĞLU