30 Aralık 2008 Salı

Nurcum ne güzel yazmışsın yine, kesinlikle her şey değişse de, sen saçının gerçek rengini unutsan da, değişmeyen tek şey gözlerdeki ifade, onların hayata bakışları.

Ben de herkesin yeni yılını kutlarım, hayatınızdaki tüm olumsuzlukların bitmesini, güzelliklerin de artarak devam etmesini dilerim.

Sevdiğim bir söz vardır 'Bugün bir şey olmuyorsa yarın daha iyisi olacağı içindir.'
Onun için bilelim ki hayatımızda ne oluyorsa muhakkak bizi daha güzeline hazırlıyordur. Yeni yıl daha daha güzelliklerin yılı olsun.

Sevgiyle kalın,
Gülten Yılmaz

iki sıfır sıfır dokuz hazırız bekliyoruz....

Gözler hiç değişmiyor,
Gözkapakların sarksa da
Kazayakların artsa da.
Yıllar üzerine ne kadar çok şey koysa da,
Öz de hep aynı.
Gerçi sözler de öyle.
Yıllarla şekilleniyor,belki biraz sertleşiyor,biraz da derinleşiyor ama değişmiyor.
Çok konuşuyorsan belki avukat,öğretmen;belki politikacı,
Az konuşuyorsan belki yazar belki şair belki sessiz kalıyorsun!!!
Neşeliysen neşeli
Duygusalsan duyarlı
Azimliysen de mücadeleci oluyorsun.Ama değişmiyorsun.
Bu güzel haftasonu fotoğraflarına bakınca bunları yazmadan edemedim.
Yıllar bizi ''bence'' yerine ''böyle'' diyebildiğimiz yaşlara getirdi ne güzel.

Saçımın gerçek renginin artık ne olduğunu unutmuş olsam da,
Yakın gözlüğü kullanmaya başlasam da ne güzel....
Ger-çek-ten ne güzel...

Sevgi ve selamlar.Ve herkese sağlıklı,neşeli iyi yıllar.

N.Nur Somel
4030

24 Aralık 2008 Çarşamba

20 Aralık...





Muzaffer Feyzioğlu,Şemsi Çilingiroğlu,Gürol Ustaömeroğlu,Canan Gümrükçü,Kibar Yaşar Güven,Melih Somel

23 Aralık 2008 Salı

TRABZON'DA MİMAR OLMAK 1

Mimarlık ?
İnsanlara yaşanabilir fizik mekan tasarlama sanatı.
Tanımdaki amaçta mimarlığın, yaşamın en eski mesleği olabileceği açıkça görülmekte-
dir. Zira insanoğlu doğal şartlardan dolayı barınma ihtiyacını kendisine kapalı bir mekan arayarak ya da yaparak gidermeye çalışmıştır.
Bunu bulunduğu bölgenin yapısal, iklimsel özelliklerine göre kendi üslubunca gerçek-
leştirmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Yani bulunduğu bölgenin taşlık, çorak, çöl, ağaçlık, orman, dağlık..vb. olmasına göre barınaklarının fiziki özellikleri çeşitlilik
gösterebilmiştir. Sosyalleşme çabaları ve bulundukları yere uyum sağlama ve bulunduk-
ları ortamı yurt belleyip içselleştirmenin zaman içinde kültürel bir çeşitliliğe dö-
nüştürmesi kaçınılmaz olmuştur. Bu kültürel çeşitlilik; geçmişi merak etme ve geçmiş-
ten bilgi alma dürtüsünün doğal sonucu olan tarih olgusu ile kaynaşarak birbirlerini tamamlayıcı ve ayrılmaz ikili olarak insan yaşamındaki yerlerini almışlardır.
İnsanoğlu kendi görüntüsünü keşfetmesinden bugüne kendisini karşısındaki muhatabına sürekli olarak bir beğendirme gayreti içinde olmuştur. Yüzündeki boyadan vücudundaki desene, korunma amaçlı giysisinden elindeki savunma veya av amaçlı el aletine kadar bir gösteriş merakı insan hayatında önemli bir yere sahip olmuştur. Böyle bir insani davranış şüphesiz, oluşturulan barınaklarda da devam etmiştir.
Burada estetik bir anlayışın zaman içinde sanatla buluşması söz konusudur ki bu da yerel mimarlığın temelini oluşturmaktadır.
Uygulama alanlarının çeşitliliği mimarlıkta kendi içinde mesleki ihtisaslaşmayı da ge-
tirmiştir. Mimarlık; sivil mimarlık, şehir mimarlığı, bahçe mimarlığı, iç mimarlık gibi ihtisas alanlarına adeta mitoz bölünme gibi dağılmış bulunuyor.( Bu konumuzun dışında kaldığından şimdilik burada kesiyorum.)
Yapılan iş bir sanattır. Estetik işin olmazsa olmazıdır.
Mimarlık eğitiminde Form fonksiyonu izler başlıklı bir akım anlatılır. Bunu çok doğru ve mimarların ayaklarının yere basmasını sağlayan bir anlayış olarak görmekteyim. Yani tasarlanan fiziki mekanın biçimi, şekli, küçüklüğü, büyüklüğü mekanın kullanıla-
bilirliğinin ardından gelir. Mekanın öncelikli derdi kullanılabilirliği ve ihtiyaçla-
ra verebileceği bir cevabının olmasıdır. Bu temel kabul edildikten sonra işin estetik ve sanatla beraber yoğrulmasına sıra gelir ki zurnanın cırtladığı yer tam da burada-
dır. Çünkü günümüzde bir çok meslektaşım ne yazık ki konuya bu iki esastan birini ih-
mal ederek yaklaşmaktadır. Türkiye gibi gelişmekte olan ve de ekonomik zenginleşmeyi kendisine birinci derecede hedef gören ülkelerde işin sanat ve kültür yönü uzun bir süre göz ardı edilmiştir. Yani sanatsal yaklaşımın maliyetli olduğu kabulu ile tasar-
lanan kutucuk binaların kısa yoldan ekonomik zenginleşmeye katkı sağlayacağı gibi dra-
matik bir yanılgı içinde olmuştur mimarlar ve yükleniciler. Oysa günümüzde bir mimari tasarımdaki estetik ve sanat kurgusunun mekanın genel maliyeti içinde önemli bir bo-
yutta olmadığı herkesin malumudur.
Buradaki bir diğer yanılgı da uçmaktır. Yani ayağı yere basmayan, uçuk kaçık, sadece biçimin ve iddiasında bulunulan estetiğin ön planda olduğu ama insanların mekan için-
de yatağını, masasını koyacak yer bulamadığı tasarımlardır bunlar. Bu yaklaşımda ge-
lişme hızı içinde, ülkede yeni ne malzeme varsa mimarlar tasarımlarında kullanmaya çalışmaktadır. Sonuç ta da ego tatminine giden bir durumun mimarlığı ortaya çıkmakta-
dır.
Gelecek hafta yerel mimarlık ve Trabzon Örneği ile devam edeceğiz.

Gürol USTAÖMEROĞLU

YILLARIN ESKİTEMEDİKLERİ...



16 Aralık 2008 Salı

OLMAK YA DA OLMAMAK

OLMAK YA DA OLMAMAK

Bir;
Trabzon yerel seçimlerde iktidara oy vermiyor.
1980 sonrasında demokrasiye yeniden merhaba denilen seçimleri saymazsak son 25yıl içinde Trabzon yerel seçimlerde tercihini muhalefetten yana kullanmıştır. Bunun sosyolojideki karşılığını teknik cümlelerle açıklayabilecek konumum yok, ancak yerel-
deki sorunları siyaset içinde de yer alıp kendisine dert eden bir insan olarak bu ko-
nuda fikir idmanı yapabilirim.
Yukarıdaki girişe başka bir cümle ile de yaklaşabiliriz. Trabzon son 25 yıl içinde genel ve yerel seçimleri kesin bir biçimde birbirinden ayırt etmiştir. Bu Trab-
zon’un demokrasiye olan inancını net olarak ortaya koymaktadır. Bu tespitimiz böyle bir davranışın her zaman ve her yerde doğru olduğu, bundan sonra da böyle olacağı an-
lamına elbette gelmez, ancak Trabzon’un iktidarlara olan tepkisi ve yerel konuları genel sorunlardan ayırt etmesinin bir tezahürü olarak tarih sahnesindeki yerini al-
mıştır.
İki;
Trabzon yerel seçimlerde Trabzon dışına oy vermiyor.
Son 25 yıl içinde Trabzon’da Belediye Başkanlığı yapmış insanlara baktığımız-
da hepsi içimizden biri oldu. Yani her an caddemizde, sokağımızda, okulumuzda, işye-
rimizde gördüğümüz kişiler Belediye Başkanı olarak Trabzon’a hizmet ettiler. Bütün partilerin adaylarına bakınız Trabzon içinde bizden biri olmayanlar oy anlamında ye –
terli itibarı şu ana kadar göremediler.
Bu iki tespit Trabzon’un genel ve yerel siyasete bakışındaki farklılığı bü-
tün açıklığı ile ortaya koymaktadır.
AKP o ana kadar belediyede elinde tuttuğu ve de 6 vekil çıkardığı Trabzon’u
2004 yerel seçimlerinde çantada keklik olarak gördü. Öyle ki o dönemde aday adayı
çalışmalarında ve aday belirlemede işi çok dallandırdı, çok karıştırdı,çok insanı da kırdı geçirdi. Yani aday çalışmaları sonuçtan emin olmanın rahatlığı ile yürütüldü. Kimi aday yapsam seçtiririm mantığı AKP’nin özellikle de Sayın Başbakan’ın Trabzon yerel seçim tarihindeki istatistiki bilgi eksikliğini de günyüzüne çıkarmış oldu.
Sonuç; kılpayı CHP’ye kaptırılan bir belediye.
AKP 2004 yerel seçimlerinde kıl payı kaybettiği Trabzon’u Sayın Başbakanın şahsında içinde derin bir yara olarak hissetmiş ve bu son 5 yılı bütün teşkilatları ile bilenerek geçirmiştir. Kıl payı çıkan sonuç belediye meclis aritmetiğini de has-
sas bir noktaya getirmiştir. Yani başkanlık CHP’de, meclis çoğunluğu AKP’de olunca enteresan bir hizmet yarışının başlaması kaçınılmaz oldu. İcraatlar AKP ile CHP ara-
sında da senin, benim tartışmaları doğurdu.
Temmuz 2007 seçimlerinde Trabzon, iktidar partisine ülke ortalamasının (%47) üstünde (%57) oy veren sayılı kentlerden biri olmuştur. Yani Trabzon ülke hizmetine yine 6 vekil göndermiş oldu. Dolayısı ile mevcut Sayın Bakan’da yerini korumuş oldu.
Böyle bir genel sayısal güç eşliğinde belediyeye bilenmiş ve de yatırımları sa
hiplenmiş bir iktidar partisinin 2009 yerel seçimlerine ne kadar soğukkanlı ve de man-
tıklı bir antrenman sürecinden sonra gireceğini hep beraber göreceğiz. Bir bakan, beş vekille hata yapmaktan korkan, korktukça aday karmaşası yaşatan iktidar partisinin önümüzdeki günlerde ne yapacağını eminim ki kendileri de merak etmektedir.
Yukarıdaki 2 tespit ışığında, Trabzon yerel seçimleri sürecini, iktidar partisi dahil bütün partilerle beraber ele almaya ileriki haftalarda devam edeceğiz.

Gürol Ustaömeroğlu

13 Aralık 2008 Cumartesi

YAKLAŞIK 40 YIL

Yenicuma Mahallesi, Rıfat Sokak, 3 nolu bahçeli ev. Atatürk Alanı’ndan Boztepe’ye ( Taksim Yokuşu ) doğru tırmanmaya başlayınız. Gözaçan Camii Kavşağı’ndan doğum hastanesi yönüne şöyle bir elli metre yürüyünüz, sağdan ikinci sokakta soldaki ikinci bahçeli ev bendenizin doğduğu evdir. Evimizin bahçesinde mandalina ağaçlarından nar, incir, hurma, ayva ağaçlarına kadar her ağaç mevcut idi. Ne yazık ki kalabalık aile yapısı eski evimizin bahçesine yeni bir bina yapma ihtiyacını doğurdu. Seksenli yıllarda bu eski evimizi koruyarak bahçesine çok katlı bina yaptık. Beş altı sene evvelde kullanılmayan eski evimizi yıkmak zorunda kaldık. Ortak mal oluşu evin korunup geri dönüşümünü engellediğinden şu anda yerinde yakınlarımızın kullandığı bir otopark vardır. Neyse bu son bölüm konumuz değil, anılar söz konusu olunca bazen fren tutmayabiliyor.
Efendim bu evde ben ilkokul çağlarımı geçirdim. Trabzon’da önemli konuma sahip bazı işadamı ve mühendis şahsiyetlerde o sokakta o günlerden bugüne kardeşçesine arkadaşlarımdır.
Rahmetli dedem Vehbi USTAÖMEROĞLU, yine rahmetli amcam Hamdi USTAÖMEROĞLU ve Allah uzun ömür versin babam Refik USTAÖMEROĞLU ortak tüccarlardı. Her bayram öncesi bütün aile fertlerinin ezberlediği ritueller vardı. Kurban bayramı hazırlıkları ve bayram süreci bugün gibi gözümün önündedir. Bir kış mevsiminde o bahçeli evimize kurbanlıklar alınışını hatırlıyorum. Dedem ve çocukları her yıl olduğu gibi adı ve yeri belli satıcılardan kurbanlıkları aldılar ve eve gönderdiler. Biz çocuklar heyecanla onların bahçe içindeki müştemilata sokuluşunu izledik. Kış mevsimi olduğundan dolayı kurbanlıkları açık havada saklamazdık. Sadece gündüzleri belli saatlerde otlasınlar diye bahçeye çıkarırdı büyüklerimiz.
Bayram sabahına kadar bu kurbanlıkların gıdalarından biz çocuklar sorumlu idik de –
sem abartı olmaz. Bu arada annemler rahmetli babaannemden miras tatlılar başta olmak üzere bayram süresince tüketilecek yiyecekleri hazırlarlardı. Çamaşırlar yıkanır, ütüler yapılır, evin taşlığı kurbandan sonra tekrar temizlenecek olmasına rağmen defalarca yıkanırdı. Bayramlıklarımız üzerimizde denenir, biz de çocuklar olarak onları bayramdan önce giymenin yollarını arardık.
Bayram sabahı evin büyük erkekleri bayram namazı ve mezarlık ziyaretlerin-
den sonra eve gelirlerdi. Onlar eve gelince ev içi bayramlaşma safhasına geçilir, kahvaltıya oturmadan dedem harçlıklarımızı dağıtırdı. Sonra kahvaltımızı yaparken daha önceden anlaşılan kasaplar büyük çift kanat taşlık kapısını çalarlardı. Hemen kahvaltıya son verilir, erkekler olarak bahçedeki kurbanlıkların yanına geçilirdi. Ve o dini görev yerine getirilmeye çalışılırdı. Etler evin ve dağıtılacaklar olmak üzere ayrılır ve öncelikle dağıtılacak olanlar ki onların sahipleri de önceden belirlenmiştir, hemen vakit geçirilmeden sahiplerine teslim edilirdi. O sırada evimize bayram ziyaretleri de yavaş yavaş başlardı. Diğer sokaklardan çocuklar kapıdan harçlık veya şekerlerini alırlardı. Akşam üstü ise babam, annem ve kızkardeşim olmak üzere anne tarafına doğru bayram ziyaretine başlardık. Ama rahmetli dedem ve anneannemlere gidene kadar epey bir bayram ziyareti gerçekleştirirdik. Yani anneannemlere gidiş akşam saatlerini bulurdu. Tabii ki anneannemin o safkan Çerkez Kızının nefis akşam yemeklerini ve hele hele su böreğini yemeden geçirilmiş bir bayram bayram olabilir miydi ki? Yaklaşık 40 yıl sonra o güzel ortamlar belki yok. Ama sağolsunlar büyüklerimiz olabildiğince o günleri bizlere ve oğlumuza yaşatmaya çalışıyorlar.
Bayramınız kutlu ve hayırlara vesile olsun.

Gürol USTAÖMEROĞLU

4 Aralık 2008 Perşembe

Homo homini lupus

HOMO HOMİNİ LUPUS

Yaklaşık 20 gündür çevremdeki bütün insanlarla ülkemizin içinde bulunduğu
ekonomik krizi konuşuyorum. Aslında bu cümlem biraz komik oldu. Zira böyle bir or-
tamı Türkiye’de konuşmayacak insan az gibi görünüyor. Dolayısı ile cümlemi ‘’ içinde
bulunduğumuz ortama uyarak ekonomik krizi konuşuyorum’’ şeklinde düzeltiyo-
rum. Ve bu insanlara bundan sonra ne olur?, ülkede bir travma yaşanır mı?, yaşanırsa ne kadar sürede çıkar?...vs, gibi soruları da siyaset dışı soruyorum. Geleceğe yönelik tahmin ve öngörülerini de öğrenmek istiyorum. Bütün bu arada ben de araya yorumlarımı katıyorum.
Ekonomist değilim. Ama ülkesini seven ve ülkesinin çıkarlarını ve geleceğini korumak adına üstüne düşen yetmiş milyonda birlik sorumluluğu kendi gücü dahilinde
yerine getirmeye çalışan bir insan olarak sadece ekonomi değil ülke ve kentimiz ile ilgili her konudaki anladıklarımı daha doğrusu anlayabildiklerimi analiz edip birkaç koldan değerlendirmeye çalışırım. Fikirlerimi çevremle paylaşırım.
Olayları kavrayabilecek yaşımızdan bu güne ülkemiz 2 büyük ekonomik kriz yaşadı. 12 Eylül öncesini saymazsak 1994 ve 2001 krizleri ülkeyi şöyle bir salladı.
Esasında 1995 krizi kriz anında korku saldı. Ama hemen ertesinde alınan güven artı-
rıcı önlemler piyasanın tekrar normale dönmesini ve iş hacminin tekrar artmasını
sağladı. 2001 krizi ise tamamen güvensizlik ve iç dengesizliklere bağlı olduğundan
devletin üst iki makamının anlaşamaması buna tuz biber muamelesi yaptı ve zaten
gelmesi muhtemel krizin daha erken ve yıkıcı etkisi ile beraber gelmesine sebep oldu.
Şimdi ise küresel yani bütün dünyayı etkisi altına alan bir ekonomik kriz ile
başbaşayız. Karşıkarşıyayız demiyorum başbaşayız diyorum. Bütün korkum da zaten bu. Zira Amerika Birleşik Devletlerinin dünyaya ihraç ettiği ki bu konuda da
işin bilinçli olduğu yönünde şüphelerim var, bu belayı bütün dünyanın def edip bizde çörekleneceği yönünde bir moral motivasyon eksikliğimiz olduğunu görüyorum.
Şunu açık yüreklilikle itiraf etmeliyim ki ekonomiden anladığım şey işin en az yüzde ellisinin benliğimizde taşıdığımız ümmet psikolojisi ile hareket eden bir olgu olduğu-
dur. Dolayısı ile toplum içinde en küçük bir eylem, en küçük bir söylem güven eksik-
liği yaşayan sistemde travma etkisi yapmaktadır.
Amerika’da yüzbinlerce dolar maaş ile şirketlerde çöreklenen üst düzey yöne-
ticilerin sorumsuzca har vurup harman savurmalarının bedeli neden Trabzon’da
Kadınlar pazarındaki maydonozda veya lahanada veya mısırununda ödenir anlamış değilim. Neden bizim ülkemizde kriz ilk önce inşaat sektörünü vurur ve en son da bu sektörü terk eder onu da anlamış değilim. Neden her kriz ortamında Para pul yok der dururuz onu da anlamış değilim. Neden doların günün birinde 3 bin, 5 bin YTL olacağı hırsı ile hareket ederek paralarımızın küflenmesini bekler dururuz? Neden bir gün önce marketlerde sepetlere her şeyin en fazlasını, en büyüğünü, en çoğunu, yüklerken bir gün sonra cimri psikolojisine kendimizi sokuyoruz? Hiç İnsanlık çağında, durup da kar eden bir adam tanıdınız mı? Ya da kısa vadede kar etse bile reelde neler kaybettiğinin farkına insanoğlu daha sonraları vahlanarak varmıyor mu? O zaman kapatalım bütün işletmelerimizi, herkes cebinde az çok ne varsa koysun bankaya, tefeciye …vs. yan gelsin yatsın.
Neyimize bizim çalışmak? Neyimize bizim helalimizle kazanmak?
Market örneğini yukarıda yazdığımı tasvip ettiğimden vermedim tabii ki, çılgınlık boyutundaki tüketim anlayışı elbette doğru değil, dolayısı ile anlatmak
İstediğim şey işin normalini yaşamakta çektiğimiz sıkıntıdır. Her şeyde vur deyip
öldürüyoruz. Hiçbir zaman doğal ve ihtiyacımız kadar davranamadık şu dünyada. Ne normal ekonomide ne de kriz ekonomisinde..
Evet, homo homini lupus ; insan insanın kurdudur.


Gürol Ustaömeroğlu

14 Kasım 2008 Dünya Diyabet Günü Kutlandı...








Türkiye Diyabet Vakfı önderliğinde İstanbul’da gerçekleştirilen 14 Kasım 2008 Dünya Diyabet Günü etkinlikleri ile diyabetin önemine dikkat çekilerek, toplumun bu konudaki farkındalık düzeyinin yükseltilmesi amaçlandı.

Her yıl 14 Kasım’da kutlanmakta olan Dünya Diyabet Günü, diyabet dünyasının en önde gelen farkındalık kampanyasıdır. Bu kampanya, tüm dünyada giderek yükselmekte olan diyabet insidansının önemli bir endişe kaynağı halini alması üzerine, Uluslararası Diyabet Federasyonu (IDF) ile Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından 1991 yılında başlatılmış olup, Charles Best ile birlikte insulini bulan Frederick Banting’in doğum günü olan 14 Kasım tarihi seçilmiştir.
“Diyabet çemberi” 2007 yılında Dünya Diyabet Günü logosu olarak kabul edilmiştir. Bu mavi çember, diyabeti yenmek için yürütülen küresel mücadele içerisindeki birlikteliği temsil etmektedir.

14 Kasım 2008 Cuma günü İstanbul Boğazı’nda dünyanın en güzel mavi çemberi yelkenliler tarafından oluşturuldu. Bu organizasyon Uluslararası Diyabet Federasyonu’nun internet sayfasından aynı anda dünyaya aktarıldı. Yelkenlerin mavi bir çember oluşturması Ortaköy Meydanı’ndaki dev ekrandan izlenirken halka bilgilendirici broşürler dağıtıldı ve ücretsiz kan şekeri ölçümü yapıldı. Organizasyon alanında Pınar Aylin’in verdiği konser ile katılımcılar keyifli bir gün geçirdi.

15 Kasım 2008 Cumartesi günü ise Tünel-Taksim arasında her yıl geleneksel olarak yapılan Diyabet Yürüyüşü gerçekleştirildi ve Meydandaki Atatürk anıtının çevresinde el ele verilerek büyük bir mavi çember oluşturuldu.

Yürüyüşün ardından The Marmara Oteli’nde "Türkiye'de Diyabetle Mücadelede ve Kontrol Stratejilerinin Geliştirilmesi ve Diyabetli Hasta Hakları 2008" adlı sempozyum gerçekleştirildi. Diyabet konusunda uzman panelistlerin, TBMM Sağlık Komisyonu üyelerinin ve Sağlık Bakanlığı temsilcisinin (bendeniz :-P) yaptığı konuşmalar katılımcılar tarafından ilgiyle takip edildi. Panele diyabetliler, diyabetli yakınları, sivil toplum örgütleri üyeleri, ilaç sanayi temsilcileri ile basın mensupları katıldı.

1 Aralık 2008 Pazartesi

27 Kasım 2008 Perşembe

Haber61 yazılarım

Herkese tekrar merhaba,
Arkadaşlar bir süredir Trabzon'da HABER61 adında haftalık bir gazete yayınlanmaktadır.
İngiliz SUN Gazetesi boyutlarında güzel ve şık bir gazete..
Sağolsun sahibi olan arkadaşlarım bana da yazı yazmam için bir köşe ayırdılar.
Dolayısı ile sizlere de burada daha önce yayınladığım HAYATI YAKALA yazımdan başlayarak gazetedeki köşemde düşüncelerimi kamuoyu ile paylaşıyorum.
Sevgili Nur Kardeşim yayınlanan haftalık yazılarımı burada da yayınlamamı dolayısı ile Trabzon Günceli de dahil olmak üzere işlemeye çalıştığım konuları sizlerle paylaşmamı ve sizleri de haberdar etmemi rica etti.
Zira bu gazete yeni bir gazete ve henüz herkese ulaşabilmiş değil..
Bu inceliğinden dolayı Nur Somel'e buradan tekrar teşekkür ediyorum. Bunun benim için bir onur olduğunu ifade ediyorum.

Bazı yazılarım güncelliğini yitirdiği için, içlerinden uygun olanları bugünden itibaren sizlere sunuyorum..


GÜZEL VE DOĞRU BİR ADIM

Konuya nereden nasıl başlasam ?...
Aslında eski ve ilginç bir konu ve bir haftalık köşe yazısı formatı içerisinde ele alınabilecek bir konu da değil. Dolayısı ile gelecek haftalarda mimarlık, şehircilik ve Trabzon ana başlıklarında ele alacağımız muhtemel konularda bugüne tekrar dönüş yapacağız.
Bu hafta hafif raylı sistemden hafifçe bahsedeceğim.
Mimarlıkta, daha öğrencilikten gelen bir deyim vardır ; Bitmemiş proje yoktur, her başlangıç o projenin bitirilmesi demektir.
Bu kentte dert ettiğimiz sorunlarla ilgili fikirlerimizi, işin eğitimini almış iyi birer Trabzon’lu ve profesyonel insanlar olarak yıllardır kamuoyu ile paylaşıp durduk. Sorunları sadece ortaya koymakla kalmadık, Trabzon Kent Bilinci hassasiyeti içerisinde çözüm yollarını da işin başındaki yetkililere ve halkımıza defalarca arz ettik.
Gelecek haftalarda daha detaylı işleyeceğiz; Trabzon ne yazık ki gelişmesini eski yapısı içerisinde sürekli ona müdahalede bulunarak sağlamaya çalışan bir kent.. Son birkaç yıldır yasaların da yardımı ile mikro ölçekte eski bilinci oluşmaya başladı ama işin bütününde iyimser olabilmek için biraz daha yol kat etmemiz gerekmektedir.
Hal böyle olunca kent merkezine sürekli yüklenen trafik zaman içinde içinden çıkılamaz bir hal aldı.
Uzatmayalım, Belediyemiz yıllardır dillerde olan ama bir türlü pratiğe dökülemeyen hafif raylı sistem projesi için ilk imzayı attı. Şimdiye kadar sorunun çözümünde, konulara genelden bakmayıp ayrıntılarla uğraştığımız için hangi cadde, hangi sokak kapatılsın, dolmuş nereye girsin, özel araç nereden gitsin gibi detaylarla zaman geçirildiğinden, bu imza derin bir soluk gibi geldi bize.
Bizden hariç bir yiğit çıkıp da ; arkadaşlar cadde, sokak ile uğraşmayın, kararı radikal alın ve kent merkezini trafiğe kapatın demedi diyemedi. Halbuki böyle bir karar bazı çevrelerce tepki çekse bile bir adım anlamında işleri çok kolaylaştıracaktı. Bir kabul olacaktı, yol haritamızı da buna göre çizecektik. Bugün atılan bu güzel imzayı belki çook yıllar önce atmış olacak ve şu anda hafif raylı sistemi halletmenin keyfi ile başka sorunlara değinecektik. Nihayetinde geç oldu ama, önemli olan başlamak dedik ya, gerisi çorap söküğü gibi gelecektir.
Şimdi yapılması gereken şu olmalıdır;
Hafif raylı sistemi başta şoför esnafı ve meslek kuruluşları olmak üzere bütün halkımıza ayrıntısı ile anlatmalı, eğitici seminerler düzenlemeliyiz. Daha rahat kavranması bakımından konuyu simulatör ortamında sinevizyon gösterileri ile halkımıza birebir yaşatmalıyız. Dolayısı ile bu yeni sistemi bilinçli tüketiciler olarak tam bir uyum ve huzur içinde karşılamalıyız.
Bu deneyimi yaşamış kentlerin ( ki Eskişehir çok ciddi bir örnektir ) yetkililerini Trabzon’a davet etmeli ve bu süreci halkımıza aktarmalarını sağlamalıyız.
Şoförler Cemiyeti Başkanı Arkadaşımız konuya ticari ve özel araç ayrımını yaparak bakmakta ve bunu da ticari bir kaygıyla dile getirmektedir. Aslında tekilde baktığımızda çok da haksız değil. Bugün yaşamakta olduğumuz kent kültürümüzdeki dejenerasyona bir anlamda kendi ticari kaygısı içerisinde parmak basmaktadır. İnsanlar artık yürümemekte ve araçları ile adeta kent merkezinde caka satmaktadırlar. Çılgınlık boyutundaki bu araç tüketiminin ülkemizde başka hangi mütevazi Anadolu Kentinde olabileceğini doğrusu merak etmekteyiz. Dolayısı ile kent merkezinde tekrar bir yaya kültürünün yaratılması için bir adımdır raylı sistem.
Şoför esnafın mağdur olacağı yönündeki düşüncelerin ise kent biliminde çok da yeri yoktur. Esas olan şoför esnafın bu sistem içerisine dahlinde herkesin ne kadar şeffaf ve samimi olduğudur.
Meydan parkındaki kuş seslerinin duyulabildiği, müzik dinletilerinin yapılabildiği, adeta yorgunluk ve stres atılabilen, bir kent merkezinden bahsediyoruz ki hem buna hem de raylı sistemin uzatılması gereken güzergahına gelecek haftalarda ayrıntısıyla tekrar değineceğiz.

Gürol Ustaömeroğlu
6 fen K

26 Kasım 2008 Çarşamba

Biz 6 fen H lılar 22 Kasım da toplandık...(Sadece Kızlar )


Bir gün öncesini ve bir gün sonrasını da kattık.Depar şeklinde dolaştık.Korkunç yağmura rağmen Ortaköy e gidebilmek için azmettik.Hava muhalefetine rağmen sokaklarda ki neredeyse her noktada kahve ve çay içtik.Şimdiye kadar yakalayamadığımız sohbeti yaptık.
Çok çene çaldık,
Çok güldük,
Ve
Çok eğlendik...

13 Kasım 2008 Perşembe

Atatürk Trabzon Lisesinde...

Atatürk Lise'yi tamamen gezdikten sonra öğretmenlerle ayrı ayrı konuşmuş ve öğretmenler kurulunda oturarak birlikte çay içmişlerdir. Lise'nin spor şeref defterine "Bedeni idman fikri idmanla muvazi olmalıdır." cümlesini yazan Atatürk, Öğretmenler Kurulunda Tarih öğretmeni Rifat Bey'in "Paşam müfredat programlarında Türk tarihine yeteri kadar yer verilmiyor." dediğinde Mustafa Kemal Atatürk, şu karşılığı ver­ miştir: "Muallim Efendi, bu sözlerinden çok duygulandım. Artık bundan böyle Türk çocuğu kendi tarihini okuyacaktır. Bundan emin olabilirsiniz." demiştir. Böylece Milli tarih görüşü ve kararı Atatürk'ün bu gezisi sırasında Trabzon'da kararlaştırılmış oldu. Bu husus da Trabzon için, Trabzon Lisesi için bir onur kaynağıdır.
Atatürk Lise'de aynı öğretmenler kurulunda "Malumat-ı Diniye" öğret­menine "TİN"(2) süresi ile ilgili sorular sormuştu. Yeterli cevap alamayınca, bunun üzerine Atatürk'ün büyük saygı duyduğu ünlü bilgin Trabzon Müftüsü İbrahim Cûdi Efendi devreye girerek doyurucu açıklamalarda bulunmuştu. Bu açıklamalardan da Atatürk ziyadesiyle memnun kalmışlardı.
Trabzon Lisesi'nden gayet memnun ayrılan Atatürk; daha sonra askeri ve memleket hastanesini ziyaret etmişler ve oradan bir yıl önce açılan Tica­ ret Mektebini (Kemerkaya Mahallesi'nde şimdiki Anadolu Lisesi'nin karşısındaki aralıkta idi) sonra da Muallim Mektebi'ni ziyaret etmişlerdir. Okuldaki gezi ve tetkik sırasında öğretmen Hıfzırrahman Raşit öymen, Mustafa Kemal'e şeref defterini sunarak, tarihi bu günü tesbit için hatıra lütfet­ mesini istirham etmişlerdir. Bunun üzerine Mustafa Kemal'de Hıfzırrahman Raşit Öymen'in dolma kalemini alarak hatıra şeref defterine şunları yazmıştır:

Arkadaşlar,
Beş sene evvel ilk defa Samsun'a ayak bastığım zaman ba na kuvvet-i kalp veren vatandaşlarımın ilk safında kahraman Trabzonluların bulunduğunu asla unutmayacağım. Sakarya melhame-i kübrasına üçüncü fırka ile yetişen Trabzon evlâtlarının meydan- ı muharebede gösterdikleri fedakârlığın kıymetli hatırası daima dimağımda menkuş kalacaktır.
Gazi Mustafa Kemal 16 Eylül 1924-Trabzon

Kaynak: http://www.trabzonlisesi.k12

.com.tr/


Süleyman Raif Aksöz

12 Kasım 2008 Çarşamba

Ders Fizik....




Ömer Fahri Koçan ın hepinize selam ve sevgileri var.....
Nasıl hiç değişmemiş di mi..........

22 Ekim 2008 Çarşamba

Bir Tablo Gibi...



Bu resmi çok beğenmiştim ve digital ortamda yağlıboya tablo şekline dönüştürdüm.

Gördüğünüz gibi herkes,az da olsa,şöyle ya da böyle değişikliğe uğradı ama kim oldukları yine de anlaşılıyor.

değişikliğe rağmen hiç değişmeyen,arkadan olmasına rağmen,Gürol kardeşimiz muhteşem KEL i ile bu diğital değişikliğe direnmiş.

Tuygun Serdar

18 Ekim 2008 Cumartesi

KENDİNİ YAKALA!

Hep hayatı veya bize öğretilen bir şeyleri yakalamaya çalışır dururuz hayatta..
Şatafatlı bir sözün, bir şarkının, bir filmin, bir kitabın veya genel kabul görmüş bir çok klişenin arkasında büyük bir gururla yol tutarak..
Carpe Diem'ler, Hayatı Iskalamamaya çalışmalar, Dünya Vatandaşı olmalar falan filan..
Güzel sözler şüphesiz..
Kalbi ısıtan, ağzımıza yakışan ve konuştukça gurur yaratan..
Gerçekte bunları dilermiyiz?
Dilersek gerçekten inanırmıyız?
İnanırsak yaşama taşır, gerçekleştirir miyiz?
Elimizde sıkı sıkıya tuttuğumuz bu define haritalarımız sağlam mıdır gerçekte?
Haritalar arazilere ne kadar uyar?
Hatta başkalarına işaret levhaları çakacak kadar olayları abartırken, acaba o levhalara doğru hiç yolculuk yapmış mıyızdır kendi içimizde?
Başkalarına fevkalade hassas olan sensörlerimiz, genelde kendimize karşı neden kapalıdır?
Başkalarını içsel nedenlerle, kendimizi dışsal nedenlerle eleştirmek adetden mi olsa gerek?
Ne söylediğimiz, ne yaptığımız değil de, ne hissettirdiğimiz midir acaba önemli olan?
İdealize ettiğimiz kişiliğimiz ile reel kişiliğimiz ne kadar birbirlerine yakındırlar?
Aradaki boşluğu birbirine yakınlaştırmak yerine arada kalan mutsuzluk denen bulutun üstüne çıkıp aşağıdaki boşluğa bakarak ahkam kesmek bizi daha ne kadar avutur?
Düşüncelerimiz&Kararlarımızın ne kadarı bize aitdir?
Ne kadarı başkasına?
Başkalarının filmleriyle üzülüp, sevinmeye, şarkılarını dinleyerek hüzünlenmeye,
Sözlerini söyleyerek övünmeye daha ne kadar devam etmeyi planlıyoruz?
Ne zaman başkalarının şapkalarını çıkarıp, eldivenlerine kuşanmayı terk edeceğiz?
Ne zaman başkalarının ayakkabıları giymeyi bırakıp, söylem-eylem örtüşmelerimiz olmadığı zaman da kendi popomuzu tekmeleyecek özgüvene sahip olacağız?
Ne zaman kendimiz olacağız?
Ne zaman ruhumuzun ikizlerini tek kişi yapacağız?
İç sesimizle , dış sesimizi ne zaman ahenkle tek ses yapacağız?
Ne zaman hayat diye, başkalarını değil de artık kendimizi yakalayacağız?
Ne zaman?

İlham Süheyl Aygül
6 fen H
1283

17 Ekim 2008 Cuma

Hayatı Yakala

Arkadaşlar merhaba,
Sevgili Nur güzel bir girişimde daha bulunmuş. Artık buradan sanıyorum daha iyi ve sağlıklı birbirimizden haberdar olabileceğiz.
Kendisi sağolsun ilk yazımı yazmamı rica etti. Ben de yerel bir gazetede yayınlanan ilk yazımı burada da sizlerle paylaşmak istedim. Zira içerik olarak bu sayfanın anlamına atıfta bulunacak bir yazı olarak da algılanabileceğine inanıyorum. Yazımın son iki cümlesini aşağıdaki gibi sizlere hitap edecek şekilde değiştirdim;

Hayatı Yakala

İlk Demokrat Parti Genel Başkanı, Eski Başbakan Merhum Adnan MENDERES’in oğlu, Eski Milletvekili Sayın Aydın MENDERES malumunuz şanssız bir trafik kazası geçirmiş, bütün tedavilere rağmen vücudunun büyük bir bölümünü kullanamaz hale gelmişti.. Kazadan yıllar sonra bir gazeteci kendisi ile uzun bir röportaj yapmıştı. Ulusal basında yayınlanan röportajın ara başlıklarından biri de yaşadığı trafik kazası idi. Siyasi birçok düşüncesine katılmamakla birlikte Sayın Aydın MENDERES’in kaza anında ne hissettiği ile ilgili soruya verdiği cevap bende ciddi bir iz bırakmıştır. Gerek meslek hayatımda, gerek siyasi hayatımda, gerekse özel hayatımda olsun beni derinden etkilemiş söz ve davranışların sayısı iki elin parmaklarını geçmez. İşte Sayın MENDERES’in cevabı da bunlardan biridir.
Kaza kış mevsimi içerisinde sonlara doğru yaşanmıştı. Kazadan Sayın MENDERES yaralı olarak kurtuluyor ve bilinci yerinde.. Fakat vücudunu hissetmiyor. O anda aklından geçen ilk düşüncesi şu olmuş ; Hay aksi, bu ilkbaharı ıskaladık….
Yaşamayı seven en azından sevmek isteyen bir insan için bundan daha güzel bir ifade olamaz.
Şimdi düşünelim biraz….
Edindiğimiz işimiz, toplumdaki konumumuz, yaşımız ..vs. ne olursa olsun hayatta neleri ne kadar yapabildik? Hayatı ne kadar yaşayabildik?
Tepkilerimiz, sözlerimiz, davranışlarımız, ilişkilerimiz gündem içinde yerini ne kadar bulabildi? Varsa pişmanlıklarımız, hatalarımız, özürlerimiz muhatap bulabildi mi? Ve en önemlisi her şeyi zamanında yapabildik mi?
Kısacası hayatı yakalayabildik mi?
Gelin arkadaşlar bu sayfada hep beraber hayatı yakalayalım.
Gelin hep beraber hayatı ıskalamamaya çalışalım.

Sevgilerimle,
Gürol USTAÖMEROĞLU